Her ayın on beşi Cemile’nin temizlik günüdür. Her zaman önce temizliğini yapar, sonra yemeğimizi verir. Bunları yaparken de sürekli bizimle konuşur, bize bir şeyler anlatır. Sever bizi Cemile. Bizi birer birer, nazik bir şekilde, daha önce hazırladığı yere götürür. Kısacık ama tehlikeli bir yolculuktur bu. Yay gibi gergin beklenen, bekledikçe uzayan dakikalar… Hepimizin yüreği pır pır eder. Bu gidiş dönüşler sırasında içimden sürekli ‘Kıpırdama, sakin ol, panik yapma!’ diye konuşurum. Heyecanlanmak çırpınmak bir işe yaramaz. Nefesini tutmayı, onu çok iyi kullanmayı bileceksin. Bu hem bizim hem Cemile’nin işini kolaylaştırır. Büyük bir maceradır bu bizim için. Heyecan dolu. Korku dolu. Kasılır gerilirim. Dışarıdan bakınca belli olmaz ama dokunsan ıslak, kaygan çakıl taşı gibi olduğumu anlarsın. İlk seferinde adrenali yükselip bayılanlar da olur. Sonra alışırlar. Diğerlerinin gelmesini beklerken her seferinde tuhaf bir endişe nöbeti geçirirm. Her geleni sayarım.
‘On yedii, on sekiiiz, on dokuuz…,’ tamam.
Eksik yok. Yaralı bereli yok. Başı dönenler, sersemleyenler olsa da, sayı tamamsa keyfimize diyecek olmaz. Her şeye rağmen tek tesellimiz Cemile’dir. Ona çok güveniriz. Onu hepimiz çok seviyoruz. Sırayla götürüp temizlenmiş yerimize bıraktığında dünyalar bizim olur. Tertemiz havayı içimize çektiğimiz anda bayram sevinciyle coşar, kıpır kıpır oynaşırız. Bıcır bıcır sevinç içinde neler hissettiğimizi anlatırız.
Hayatımızın tek eğlencesine dönüşür bu temizlik günleri. Mutlu olduğumuzu hemen anlarsınız. Muziplikler yaparak teşekkür ederiz. Bir de yemek zamanı sevincimizi belli etmek için sıçrarız, zıplarız. Biz atlayıp zıplarken bazen üzerine su sıçrar Cemilenin. Çok hoşuna gider.
“Sizi yaramazlaaar! Nasıl da biliyorsunuuuuz!” diye söylenir. Bir arkadaşım bu zıplama sırasında hızını alamadı, mesafeyi ayarlayamadı. Havada uçup korkunç bir şekilde yere çakıldı. Hepimiz öldü sandık. Neyse ki Cemile hızlı davranıp hemen yakaladı, kurtardı onu. En yaşlımız,
“Ooo! Hoş geldin Hezarfen Çelebi!” dedi. Söylemesi bize zor geldiği için, şimdi ona kısaca Çebi, diyoruz.
Renk renk saksıların çeşit çeşit çiçeklerin arasından geçerek buraya gelmiştik. Kapıda kafeslerin içinde yavru köpekler, tavşanlar, kedileri görünce çok şaşırmıştım. İçeriye girdiğimizde kafeslerdeki kuşlara hayranlıkla bakmıştım. Bu kadar çok renkli kuşu bir arada ilk defa görüyordum. Çok güzel fantastik bir yerdi. Görür görmez hoşuma gitmişti. Buraya geldiğime sevinmiştim. Denizyıldızları, çakıltaşları, kayalar, yosunlar, çeşit çeşit, renk renk balıklarla dolu, irili ufaklı akvaryumlu odadan geçerek arkadaki küçük odaya girdik. Galiba mutfaktı burası. Ahşap masanın arkasında oturmuş çay içen güleç yüzlü bir kadına “Cemile hanım, bu size emanet.” diyerek beni ona teslim ettiler.
“Hoş geldin” dedi bana gülerek. Yüzünden gülümsemesi hiç eksik olmayan, çok tatlı bir kadın. Ona ilk görüşte kanım kaynadı. Sanırım o da benden hoşlandı. Akşam olunca Cemile gitmeden odadaki renkli küçük ışıkları yanık bırakıyor. Bu ışıklar gece olup her yer tamamen karardıktan sonra, sabaha kadar odanın içinde ateş böcekleri olup uçuşuyorlar.
Cemile elinde temizlik malzemeleri ile geliyor. Temizlik günü mü? Daha bir hafta önce yapmadı mı? Cemile önce beni aldı. Beni zarif bir şekilde yavaşça, uçurur gibi yeni hazırladığı yere götürdü. Usulca bıraktı. Bırakır bırakmaz bir şaşkınlık yaşadım. Bu da ne? Burası her zaman ki yer değil. Bir yanlışlık olmalı. Bir terslik var. Küçücük bir yer burası. Hemen Sağa, sola gittim, bulunduğum yeri iki dakikada kolaçan ettim. Kalbim güm güm atmaya başladı. Evet, Evet bir yanlışlık var. Hem küçük, hem sıkıcı, hem basık bir yer burası. İçin için, korktuğum şey başıma mı geliyor yoksa? diye düşünüyorum. Kalbim daha hızlı atmaya başlıyor. Halbuki temizlik günleri hariç her zaman saklanıyorum. Gözüne batmamaya çalışıyorum. Gene de beni buluyor. Tık, tık vuruyor cama.
“Senin bu halini seviyorum.” diyor.
Bazen Cemile içimizden birini alır. Bir daha görmeyiz onu…Yoksa….? Yok canım. İmkansız. Sever beni Cemile. Cemileye güveniyorum. Benden vazgeçmez o. Şimdiye kadar bir yanlışlık yaptığını anlamış olmalıydı. Beni her zaman ki büyük yere götürmeliydi! Neden hala gelmedi? Neden beni bu küçücük yere bıraktı? Peki, arkadaşlarım neden gelmiyor? Hem burası o kadar minik ki, hiç birimiz buraya sığamayız. Cemile’nin dikkatini çekmek için, sağa sola gitmeye, olduğum yerde dönmeye başladım. Bir an durup arkadaşlarıma baktım. Toplanmış panik içinde beni ve Cemile’yi seyrediyorlar. Durunca midemin bulanmaya, başımın bir tuhaf olmaya başladığını hissettim. Bir anda şaşkın ve çaresiz olduğumu anladım. Biraz sonra hatasını anlar, beni arkadaşlarımın yanına koyar diye umut etmekten başka, yapacak hiçbir şey kalmadı.
Hah geliyor Cemile. Anladı. Fark etti hatasını diye seviniyorum. Bana yaklaşıp gülümsüyor.
“Seni şanslı seniiii! Meşhur oldun. Televizyona çıkacaksın. Herkes seni görecek.” gibi anlamını çözemediğim şeyler söylüyor.
Sadece konuşuyor. Kapının açıldığını Ding, Dong sesinden anlıyorum. Beni olduğum yerde bırakıp kapıya doğru yürüyor. Ne demek istedi? Çok korkuyorum!
İçeriye çok güzel bir kız giriyor. Kızıl sarı saçlarına bayıldım doğrusu. Cemile onun yanına gidiyor.
“Hoş geldiniz, Mine hanım.”
“Hazır mı Cemile’ciğim? Hiç vaktim yok hemen çıkmalıyım.”
“Evet Mine hanım,” diyor Cemile. Sonra beni gösteriyor. “Beğendiniz mi?” diyor.
“Oooo, canııım. Çok tatlıııı. Diğer detayları hafta başı konuşur, hallederiz. Acelem var otobüsü yakalamam lazım.”
“Ne demek, Mine hanım. Sorun değil.” Birkaç dakika içinde kendimi Mine’nin kucağında buluyorum.
“Cemilee! Cemileee! Kurtar beniiiii!”
“Beni götürüyooor!”
“ Cemileeee !” diye bağırıyorum.
Cemile başka bir kızla ilgileniyor. Ne yapsam da duymuyor beni. Her şey, her yer kararıyor. Hiçbir şey görmüyorum. Mine, kucağında ben, dışarı çıkıyor. Hızlı hızlı yürüyor. Mine yürüdükçe çalkalanıyorum. Çalkalandıkça başım dönüyor. Korkuyorum. Tek başınayım. Beni bilmediğim bir yere götürüyor.
Sanırım korktuğum başıma geldi. Asla geri dönemeyeceğim. Bir daha arkadaşlarımı göremeyeceğim. Tıpkı diğerleri gibi…
“Yeni bir yuvan, yeni arkadaşların, yeni bir hayatın olacak. Çok mutlu olacaksııııın. Seni çok sevecekler, televizyona çıkacaksın. Herkes seni seyredecek” diyor Mine. Onu duymak da, dinlemek de istemiyorum. Kızgınım. Öfkeliyim. En kötüsü bitkin durumdayım. O bunun farkında bile değil. İmkansız. Öyle hızlı yürüyor ki, bana baktığı bile yok.
Bayılmak üzereyim. Ölmek üzereyim. Ölüyorum! Ölüyoruum! Ölüyoruuum!
Eğer öleceksem, uçarak öleyim. Mutlu olduğum bir anda. Cemile’yle birlikte. Ama o beni istemedi, başkasına verdi. Sevmiyor artık beni. Yoksa beni bu kıza vermezdi. Yanlışlıkla bile olsa vermezdi. Olsun. Ben gene de uçarak ölmek isterim.
“Öyle bir yere götürüyorum ki seni. Bayılacaksın” diyor Mine. Bana bakmadan konuşuyor. Gözü yolda. Benim gözüm de onda. Biraz sonra olacak o dediğin, diyorum.
“Beni geri götür! Geri götür beniiii! Dönmek istiyorummm! Arkadaşlarımı istiyorummm.” diye avazım çıktığı kadar bağırıyorum ama, tahmin ettiğiniz gibi Mine beni duymuyor. Kızıl saçlarını savura savura yürüyor.
“Meşhur olacaksın” diyor bana. Ağzımdan beyaz beyaz iplikçikler çıkıp havaya yükseliyor. Midem ağzıma geliyor. Kusuyorum. O hiçbir şeyin farkında değil. Ne görüyor, ne de anlıyor. Bağırsaklarım da bozuldu…
Mine uzun saçlarını attıra attıra yürüyor. Saçları gün batımında kızıla boyanmış kımıl kımıl hareket eden dalgalara benziyor. Yosun yeşili gözleriyle, tıpkı deniz kızı gibi. Çebi anlatmıştı denizkızı masalını. Melek kadar güzel olduklarını… Denizcileri, ölmek üzere
olan balıkçıları, bütün canlıları kurtardığını… Mine’nin kötü bir denizkızı olduğunu düşünüyorum. Güzel ama, kötü. Ölmek üzereyim, hissetmiyor bile. Kızıl saçları öyle bir parlıyor ki, güneş ışınlarından saçları var sanıyorum. Yalvarırcasına gözlerine bakıyorum. Gözleri yosun yeşili. Sağa sola baktıkça hareket eden yosunları hatırlatıyor. Ona baktıkça yosunların arasına girip çıkıyormuş gibi oluyoum. İpek gibi yumuşak bir duygunun içine düşmek üzereyken, elini aşağıya indirince, giydiği okyanus mavisi elbisenin etekleri yüzümü kapatıyor. Yürüdükçe elbisesi rüzgarda öyle hoş dalgalanıyor ki, gelip yüzüme çarpıyor. Denizin dibindeyim sanki. Hayal kuruyorum; Denizkızı Ariel’le buluşmuşum. Beni ölmekten kurtarmış. Tutmuş elimden… Ne güzel elleri var. İlk defa bir el bana bu kadar yakın oluyor. Bembeyaz uzun parmakları, göl lalesine benzeyen tırnakları var. Nar çiçeği rengine boyamış. O kadar güzel ki… Yol boyunca bu parmakları seyrediyorum. Gene de midemin bulantısı geçmiyor.
Otobüse biniyoruz. Mine beni kucağında tutuyor. Yol boyunca hiç bir şey görmüyorum. Mine konuşmuyor benimle. Mavi elbisesinin üzerinde tekrar çalkalanmaya başlıyorum. Bu sefer hayal kuracak halde değilim. Biraz uyuyabilsem. Çok iyi gelecek ama, otobüs sürekli hareket halinde. Duruyor, kalkıyor. Duruyor kalkıyor. Daha beter oluyorum.
Mine zili çalıyor, “Cik Cik Cikkkkk” sesleri geliyor. “Kollarım koptu. Hadiii, çabuk aç şu kapıyı” diye söyleniyor.
“Merhaba Mine’cim. Hoş geldin şekercim”
“Geç kaldım canım, kusura bakma.”
“Dert etme şekercim. Malum, Cuma trafiği. Ayy! Onu da mı getirdin buraya.
“Evveet, anlattığım gibi tatlı değil mi?”
“Ay çok şeker. Şu gözlere bak, ne kadar kocaman.”
“ Yarın benimkine sürpriz yapacağım.”
“Haaah, hah haaa. İyi yapmışsın şekercim. Çok da tatlı birşey. Ben bile bayıldım valla.”
Birkaç dakika sonra beni unutuyorlar. Onları seyrediyorum. Televizyona burada mı çıkacağım acaba? Başıma gelecekleri hayal bile edemiyorum.
“Ne içersin şekercim? Güzel bir beyaz şaraba ne dersin?”
“Çok iyi olur canım. Yarın iş de yok. Çekelim kafaları.”
Ben sürprizim demek. Kim bu benimki? Yarına kadar yaşar mıyım? Yaşarsam beni Benimki’ ne verecekmiş. Beni beğenir, sever mi acaba? Ya beni istemezse! Peki, ne zaman televizyona çıkacağım? Oraya çıkınca arkadaşlarım beni görür mü? Cemile de görür. Gelip beni alır mı? Beni aramaya başlamıştır. Saklandığım yerde beni göremeyince çok üzülmüştür. Tık, tık, vurmuştur cama, saklandığım yerden çıkayım diye. Burası Cemile’ nin yerinden daha büyük. Cemile’nin yeri gözümde küçülüyor, minicik bir odacık oluyor. Olsun. Ben orada olmak istiyorum. Arkadaşlarımla yaşamak istiyorum. Burada nefes alamıyorum. Galiba öleceğim. Bardakların çıkardığı “çın, çın” sesi duyuyorum. Gittikçe korkum artıyor. Daha ne kadar kalacağız burada. Televizyonu düşünüyorum. Hem merak ediyorum hem korkuyorum televizyondan.
“ Şekercim, su istersin değil mi? diyor, bana Mine’nin arkadaşı. Hem seni şuraya alalım daha rahat edersin.” diyor. Aman Allah, benimle konuşuyor. Benimle ilgileniyor. Çebi’nin anlattığı iyi kalpli deniz kızı bu olmalı. Ne kadar sevecen. Ne kadar tatlı. Neye ihtiyacım olduğunu hemen anladı. Ohhhhhhh! Dünya varmış. Çok iyi geldi bu su.
Gene yollardayız. Taksim’de otobüs bekliyoruz. Beşiktaş’a gideceğiz. Gökyüzü simsiyah ama caddeler, otobüs durağı arabalar ışıl ışıl. Artık Mine’nin mavi elbisesi koyu bir denizi andırıyor. Hava da serinlemiş. Üşüyor Mine. Sürekli elini sallıyor. Bende sallanıyorum. Başım dönüyor midem bulanıyor. Hiç sesimi çıkaramıyorum. Ya düşürürse beni, sonra da fark etmezse… İşte bu sefer ölürüm. Mine de kurtaramaz beni. Cemile olsa kurtarırdı. Yok, yok, o da kurtarmaz artık beni. Hem çoktan vazgeçti benden. Mine’nin karşısında duran adam, işaretler yapmaya başlıyor. Mine tedirgin oluyor. Elini daha hızlı sallıyor. Nefes alamıyorum. Bir an önce gitmeliyiz. Su istiyorum. Suya çok ihtiyacım var. Yarına kadar yaşamalıyım. Bir an önce televizyona çıkmak istiyorum. Arkadaşlarımla Cemile beni görsün istiyorum. Ayyyy! Adam Mine’ye yaklaşıyor. Mine elini sallamaya devam ediyor. Ben daha çok çalkalanıyorum. Mine kızgın kızgın mırıldanıyor. Mine’nin telefonu çaldı. Adam durdu, bekliyor. Mine telefonu açıp,
“Merhaba canım.Otobüs bekliyorum. Eve gidince konuşuruz.” dedi. Sesindeki sevinci fark ediyorum. Beni havaya gözlerinin hizasına kaldırıp,
“Ben aramadan o aradı. Beni merak etti. Duydun mu? Yarın seni götürünce çok mutlu olacak.” dedi. Bana ne! Hem yarına kadar yaşayacak mıyım? Perişan haldeyim. İçim dışıma çıkmış durumda. Üstelik nefes almakta zorlanıyorum artık.
“Bu da ne delindi mi bu? Bu damlalar da ne? Hay Allah! Eteğim de ıslanmış. Bir bu eksikti” diyor, Mine. Oh nihayet fark ettin. Ben burada nefes alamıyorum. Sen benimkini anlatıyorsun. Sürprizin ölüyor sen farkında değilsin! Adam tekrar yürümeye başlıyor. Yaklaşıyor, yaklaşıyor…
“Affedersiniz çakmağınız var mı?” diyor.
Mine başını iki yana sallayarak hayır diyor. Uzaklaşıyor adam. Mine hala huzursuz. “Nerde kaldı bu otobüs?” diye söyleniyor. Benimkiyle konuşmak için bir an önce evde ol mak istiyor. Ben de bir an önce bol suya kavuşmak, rahat rahat nefes almak istiyorum. Sakin dingin bir uyku çekmek istiyorum. Eve gidince benimkiyle konuşmaya dalıp umarım beni unutmaz. Yarın herhalde televizyona gideceğiz. Hazırlıklı olmalıyım. Mine delik olan yeri yukarı getirerek üzerinin ıslanmasını engellemeye çalışıyor. Biraz olsun rahatlıyorum.
Nedir bu başıma gelen? Daha neler olacak? Herkes sevimli neşeli ses tonuyla konuşup çok mutlu olacaksın diyor. Nefes bile alamazken, bir de hiç bilmediğim bir yerdeki mutluluğu hayal edecek durumda değilim. Ne sürpriz olmak istiyorum, ne televizyona çıkmak istiyorum. Ben sadece arkadaşlarımı, Cemile’yi istiyorum.
Eve geldiğimizde Mine’nin üzeri sırılsıklam olmuştu. Ben….. Bennn…. Gözlerim kararıyor. Göz kapaklarım ağırlaşıyor. Açamıyorum. Galiba Bayılı….
Yüzümde, alnımda bir serinlik hissediyorum. Bir ferahlık duygusuyla gözlerimi açıyorum. Kızıl saçları altın bir şelale gibi yüzüme akan Mine başucumda,
“ Merhabaaa! Öleceksin diye çok korktum.” diyor.
Üzerimde bir mahmurluk var. Sanki rüyada gibiyim. Gözlerimi zorla açıyorum. Neler olduğunu kavrayabilmek için aval aval yüzüne bakıyorum. Öyle sevinçle pırıl pırıl bakıyor ki, yeşil bir cam gibi parlayan gözlerinde şaşkın bakışlarımla karşışaştığım anda bana da geçiyor coşkusu. Bütün gücümü toplayıp zıplıyorum birkaç kere. Cemile’ye yaptığımız gibi üzerine su sıçratıyorum. Ağzımdan baloncuklar çıkararak “Ariel! Ariel !” diye sesleniyorum.
“Benimkiyle tanışacaksın. Sana bayılacak. Sürpriz olacaksın. Hepimiz çok mutlu olacağız. Biliyor musun çok tatlısın! Turkuvaz konturun sana plastik bir oyuncak havası veriyor. Gözlerinin çevresindeki turkuvaz renkli sürmelere ne demeli. Gerçekten bir oyuncağa benziyorsun. Hayran olacaklar sana. Hele kuyruğundaki turkuvaz puantiyelerle fular takmış gibisin. İnsan sana dokunmak istiyor. Gerçek misin merak ediyor. Bugün seni görecek olanların heyecanlı çığlıklarını duyar gibiyim.”
“Televizyona nasıl çıkacağım?” diye baloncuk çıkarıyorum.
Bugün sabahtan beri benimle ilgileniyor. Sürekli konuşuyor iltifatlar ediyor. Sorumu duymamış gibi anlatmaya devam ediyor.
“Geçen hafta çok trajikti. Çok kötü bir kazaydı. Benimki her hafta temizliğini yapar. Ben de her zaman yardım ederim. Geçen hafta da temizliği bitirdik, o her şeyi yerleştirdi. Tam kovayı aldım ona doğru yürümeye başladım, daha adımımı atar atmaz, birden önüme sıçradı. Tam ayağımın altına girdi. Nasıl oldu anlayamadan, üstüne basmış bulundum. Gerçekten korkunçtu. Bir an birbirimizin yüzüne bakakaldık. Ben sinirden ağlamaya başladım. O anda beni teselli etti ama, gizliden gizliye beni suçluyormuş gibi geliyor. Birkaç gündür tutuk, soğuk, telefonu bir an önce kapatmak ister gibi konuşuyor. Senle ilgisi yok dese de… Bana öyle gelmiyor. Neyse, seni görünce…
“Televizyon nerede? Televizyona çıkacak mıyım? Diye Bu sefer kocaman baloncuklar çıkararak ısrarla soruyorum.
“Evet seni görünce çok sevinecek. Herkes beğenecek. Film, televizyon kanalları, radyo yayınları yapan bir platform var. Televizyonlarını açıp müzik dinlemek isteyenler, ekranda akvaryum seyrediyorlar. Çünkü akvaryumun içinde kamera var. Keyifli oluyor. Senin gibi renk renk, çeşit çeşit balık var canım orda” diyor.
“Bak” diye bana bir fotoğraf gösteriyor. Mavi, kırmızı bonbonlara sarı-siyah, beyaz- kırmızı çizgili minare şeklindeki şekerlere benzeyen balıkları gösterip,
“Renkli boncuk değil, bunların hepsi balık canım. Seni onların yanına götüreceğim.”diyor.
Bügün üzerine erik çiçekleri olan bir elbise giymiş, kızıl saçlarıyla üzerine güneş düşmüş bir bahar dalına benziyor. Narin lalere benzeyen parmaklarıyla beni tutup,
“Hadi bakalım, alışveriş merkezindeki akvaryuma, benimkinin yanına gidiyoruz.” diye hazırlamış olduğu ışıl ışıl parlayan kavanozdaki suya bırakıverdi. Tıpkı Cemile gibi yapıverdi bu işi.
Mine’le benimki beni seyrediyorlar. Umarım Cemile’de beni seyrediyordur. Belki beni görmeye de gelir. Cemile’ye dargın değilim. Mine “Burası İstanbul’un en büyük akvaryumu” diyor. Cemilenin akvaryumundan daha büyük. Daha önce görmediğim bir sürü balık var. Şu yanımdan geçen, simsiyah Kömürcü balığına bakın. Ya şu sürüler halinde süzülüp geçerken gümüş gibi parlayanlar. Ooo! Ne kadar çok bunlar böyle. Geceleri burada da ateşböcekleri uçuşuyor.
Çok ziyaretçi geliyor. Büyükler de çocuklar da burada. Çocuklar bayılıyor bana. Eminim siz de beğenirsiniz. Bütün vücudu som altın renginde, konturu pırl pırıl gökyüzü gibi parlayan tek balık benim. Yüzgeçlerimin kenarları bile turkuvaz. Ha bir de, kuyruğumdaki turkuvaz puantiyeli fularımla en şık balık benim. Beni mutlaka tanırsınız.
HURİYE GÖKAĞAÇLI
24.03.2009
No responses yet