Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm mavi yastığım oldu. Babamın ölmeden üç ay önce verdiği son hediyeydi. Hem bana hem kız kardeşime, eski yeni yılda hediye etmişti. Gregoryen takviminden on üç gün sonra,  Julian takvimine göre sadece aile içinde kutladığımız,  eski yeni yılda vermişti.  O gece bütün Rus yemekleriyle, ekmekler, salatalar, elbette ki votkayla donatılmış masanın etrafında neşe içindeydik. Yemekten sonra babam elinde tuttuğu bu iki yastıkla bizi kucaklamış, sonrada bu yastıklarda uyutmuştu bizi.

Kolumu yastığın altından geçirip yüzümü iyice yerleştiriyorum. Başımı kaldırmadan karşı duvardaki eski, oymaları kırık büfenin üzerinde duran, kararmış çatlak aynada oynaşan ışıklara dalıyorum.

Alt katta oturan Vadim her gün aldığı sosisliyi yiyordur şimdi otobüs durağında. Sonra da otobüsüne binip gider, nereye gider gelir hiç anlamıyorum. Şimdi bu köhne,  yangından çıkmış isli, pislik içinde, yağlı siyah renkli apartmanı,  saatlerce sanat eserine bakar gibi seyrediyordur. Nerden bulduysa, sırtına geçirdiği temizlik çalışanlarına ait o elbiseyle olduğundan çok daha gariban, çok daha zavallı göründüğünün farkında bile değil. İşte yine aynayla güneşin ışıklarını pencereme, cama yansıtıyor. Her gün yapıyor bunu.  Bana,  hadi uyan! Pencereyi aç!  diyor biliyorum. Canım kalkmak istemiyor. Hiçbir şey yapmak istemiyorum. Yemek,  içmek, hiçbir şey istemiyorum bu gün. Hem açlık da hissetmiyorum. Camda yanıp sönen ışıkları seyrederken her seferinde içim bir tuhaf titriyor. Zihnimde silahlar patlıyor.

Pencerenin kenarında dikilmiş uzaktaki yemyeşil nohut tarlalarına bakıyordum. Durmaksızın yağan yağmurun, şiddetle esen rüzgarın altında boyunları bükülmüş bir sağa bir sola  salınıyorlar. Onları seyrederken açlığım gittikçe artıyordu. Şimdi tam yeme zamanı. Kapsüllerin içleri dolmuştur. Parmaklarınla iki tarafından kapsüle basarsın, pat diye patlar, hafif ekşi dış kabuğunun içinden ağzına atarsın taze yemyeşil nohutları. O kadar lezzetlidir ki hızla ikincisini hazırlarsın. Tıpkı çekirdek gibi, sürekli yemek istersin. Ağzımın suyu akıyor ama dışarıya çıkmaya korktuğum için sadece seyrediyordum. Dışarıda Alman askerleri var. Ne olursa olsun evlerimiz hala güvenli geldiğinden, mecbur kalmadıkça sokağa çıkmamaya gayret ediyoruz.  Annem dün akşam,  yiyeceğimizin tükenmek üzere olduğunu,  dışarıya çıkmamız ve yiyecek bir şeyler bulmamız gerektiğini söyledi.

Yanıma kız kardeşim Valentina geliyor. Bir süre tarlaları birlikte seyrediyoruz. Aklımdan geçenleri okumuş gibi,

-Bir koşuda toplayıp gelebilirim,  diyor.

-Ölmek istiyorsun galiba, diyorum.

-Başıma kitap tutarım ıslanmadan gelirim, diyor.

Biz konuşurken bir sürü çocuğun nohut tarlasına doğru koştuğunu görüyoruz. Rengarenk bir dalga halinde tarlanın içine dalıyorlar. Arkalarındaki düşman askerlerini görüyorum. Yüreğim ağzıma geliyor. Her an patlayacak silahların seslerini duymamak için ellerimi kulaklarıma götürürken,

-Bende toplayabilirim, diyor Valentina. Korku dolu bakışlarımı ona çeviriyorum.

-Başıma kitap koyarsam ıslanmam, diyor.

Biraz sonra sırılsıklam olmuş, tir tir titreyerek,  gelip apartmanın altına sığınan birkaç küçük oğlan çocuğundan birine,

-Bir şey toplayabildiniz mi? diye soruyorum. Hayır, anlamında başını sağa sola sallıyor.            Açlıktan mı soğuktan mı bilmiyorum, bayılıyor çocuk.

İnsanlar nasıl merdiven silerler diye hayret ederdim. Mecbur kalmadıkça asla temizlik işinde çalışmam dediğimi hatırlayarak, günlük ekmek paramızı kazanabilmek için, gözlerim dolu dolu, yanımda su dolu kova,  elimdeki bezle basamakları ovuyorum. Alman askerleri gün içinde, özellikle geceleri, en üst kattaki İvan’ın evine geliyorlar. Onun için merdivenlerin temiz olmasını istiyor İvan. Nedense aşağıdan yukarıya doğru silerek çıkıyorum. En üst kata geldiğimde düşman askerlerine kadın satan İvan’la,  adını Natalya  koyduğu İrina’yı görüyorum. İvan kapının önünde İrina’nın bacaklarını okşayarak ona bir şeyler anlatıyor.  Bana aldırmadan oynaşmaya devam ediyorlar. İrina kırmızıya boyadığı kocaman ağzında iri bir top sakız,  boynundan sarkan sarı zincirli kolyeyi sağa sola sallayarak nazlı sesler çıkararak cilve yapıyor. Zayıf ufak tefek oluşuma bakıp, beni çocuk yerine koyduklarını biliyorum.Oysa Benim de aklım eriyor bu işlere. On altı yaşında koskocaman  kızım. Savaş çıkmasaydı liseye başlayacaktım. Ben de onlara aldırmadan merdivenleri silmeye devam ediyorum.  Kovamı alıp aşağıya iniyorum. Kirli suyu bahçeye döküyorum. İçeri gireceğim sırada bir ıslık sesi duyup komşunun bahçesine bakıyorum. Karşı apartmanın yıkıntılarında on beş gündür saklanan iki askere takılıyor gözüm. Yerlere devrilmiş taşların tuğlaların arasından atlayarak bizim bahçeye doğru geliyorlar. Orta boylu, kumral mavi gözlü olan önden yürüyor, yıkılmış bahçe duvarını kolayca geçerek, yanıma geliyor. Sararmış solgun yüzüne, feri kaçmış gözlerine  bakınca, bayılacak sanıyorum.

-Çok açız ! Yalvarırız yiyecek bir şeyler verin, diyor.  Başımla bu tarafa, içeri gelin diye işaret ediyorum. Günlerdir aç olmalılar. Öndeki, kumral olan,  hemen geliyor, düşünmeden hızla aralık kapıdan  içeriye giriyor.

-Sen yukarı çık ben de geliyorum. İkinci kat, on iki numara, diyorum.  Diğerine dönüyorum, o da kapıya yaklaşmış, tam gireceği sırada bir kedi ikimizin arasından hızla geçip apartmanın kapısının arasından içeri dalıyor. Arkasından komşunun kurt köpeği Kaştan koşturuyor. Onun önünde durarak içeri girmesini engelliyorum. Diğer asker kediyi kastederek,

– Uğursuzluktur! diye içeri girmekten vazgeçiyor.  Yirmi iki yaşlarında hafif kızıla çalan saçları şapkasının altından parlayan bu tuhaf çocuğa şaşkınlıkla bakıyorum. Şu an içinde bulunduğumuz durumdan daha uğursuz ne olabilir ki?   Çipil çipil bakan, çocuksu ela  gözlerine alaycı bir bakış fırlatarak,

-Saçmalama! diyorum. O sadece bir kedi.

Yerinden kıpırdamıyor. Kaştan onun yanına gidiyor, üstüne atlayarak oyuna onunla devam etmek istiyor. Asker eliyle itiyor Kaştan’ı, o da biraz sonra vazgeçiyor. İkisi birlikte öylece, kıpırdamadan bana bakıyorlar. Gelmemekte karalı olduğunu anlayıp, kapıyı kapatıp içeri giriyorum. Merdivenleri tekrar aşağıdan yukarıya doğru temizler gibi yaparak, içeri giren askeri emniyete almaya, gören olup olmadığını anlamaya çalışıyorum.  Diğer asker sonraki günler bir daha bahçeye çıkmıyor. Onu bir daha görmüyorum. Umarım yakalanmamıştır diye,  onun için dua ediyorum.

Bir el pijamamdan içeri süzülüyor. Göğüslerimin üzerinde dolaşıyor. Dehşetle uyanıyorum. Gözlerimi açıyorum. Bana doğru eğilmiş olan bir Alman askerinin, çürük, tütün, alkol kokan iğrenç nefesi içime doluyor. Adamın kıllı göğsüne bakarken midem bulanıyor. Kaçmak için kapıya bakıyorum, annemi görüyorum. Annem kapının dışında duruyor. İçeride kapının önünde başka bir asker, annemin içeri girmesine izin vermediğini anlatan bir şekilde bacaklarını iki yana açarak, sağ omzunu kapının kasasına, sol kolunu da karşıya dayamış dikiliyor. Annemin iri iri açılmış çaresizlik içindeki bakışlarını görüyorum. Gözlerimi kapatıyorum.  Böğürürcesine inleyen adamın sesi kesildiğinde gözkapaklarımı ürkerek araladığım sırada kapıdaki askerin annemin yüzüne spermlerini fışkırttığını görüyorum. Kendimi kaybedip bütün gücümle bağırmaya başlıyorum. Kapılar açılıyor, evin içi birden karışıyor. İki el silah sesi duyuyorum. Kapıdaki asker annemin üzerine devriliyor.  Üç gün önce eve aldığım İvan, elinde tabanca öfkeden kızarmış yüzüyle kapıda dikiliyor. Hiç tereddüt etmeden silahı benim üzerimdeki Alman askerine çevirip ateş ediyor. Adam toparlanmaya çalışıyor, tam olarak çıkarmadığı pantolonuna takılıp yere yuvarlanıyor. Ayağa kalkmasını bekliyor İvan. Ayağa kalkar kalkmaz ateş ediyor. Ateş ediyor. Ateş ediyor. Adam bu kez üzerime abanırcasına düşüyor. Yatağın içinde büzülmüş, mavi yastığıma tırnaklarımı geçirmiş bir şekilde donup kalıyorum. Kurşunların adamın etine her gömülüşünde kasılan vücudu üzerime bir kez daha yığılıyor.  Bu gürültü patırtıdan sonra faşist işgal güçleri sokağa yedek askerlerini yığmaya başlıyor. Hepimiz, başımıza gelecek olanı biliyoruz. Apartmanın altındaki sığınağa koştururken aklıma yastığım geliyor.

-Yastığım ! Yastığımı alacağım, diye koşuyor, bir anda kendimi ekşi bir kan kokusunun, doldurduğu odada buluyorum. Yastığımı alıp  dışarı fırlıyorum.  Annemi Valentina’yı kucaklayıp merdivenlerden inerken görüyorum. Sığınağa inmeden olan biteni son kez görmek için alt kattaki pencerenin camından bakıyorum. Sokaktaki düşman askerlerinin arasında eve uğursuzluktur diye girmeyen kızıl saçlı askeri bir an görüp kaybediyorum. Alman askerlerinin arasındaki tavırları rahatmış gibi geliyor bana. Kaştan’da  görüyor onu, dişlerini çıkararak  havlamaya başlıyor. Daha fazla oyalanmadan hızla merdivenlerden sığınağa iniyorum. Birkaç saat sonra başımıza bombalar yağmaya başlıyor.

Kurtulan birkaç kişiyle,  aynı sokaktaki,  sağlam kalan bu apartmana sığındık. Kız kardeşimle annem  hala gelmediler. Onları bekliyorum. Mutlaka gelecekler. Nohut toplamaya gitme dedim Valentina’ya ama beni dinlemedi. Neyse birazdan gelir. Aylardır buradayız. Savaş bitti ama gidecek yeri olmayan herkes burada. İvan ağır yaralanmıştı, şimdi iyileşiyor.  Sokağa çıkıyoruz, iş aramaya gidiyoruz. Sokaklardaki, şehirdeki  hayat içimizdeki hayattan farksız. Açlık sefalet pislik bütün ülkeyi sarmış durumda. İnsan ne zaman bir makine,  ne zaman acı çeken bir ruha dönüşüyor? Bilemiyorum.  Ah! Bu duygular. Duygularım, acılarım,  beni onlar yönetiyor değil mi? Hayır!  Beni asıl yönetenin içimde her şeye rağmen varlığını sürdüren yaşama içgüdüsü olduğunu biliyorum. Şu anda sadece o çalışıyor.

Her gün apartmanın karşısındaki kaldırımda yatan Kaştan’ın  bu haline hepimiz alıştık. Sahibinin dönmesini beklediğini hepimiz biliyoruz. İş aramaya gidip gelirken durup onunla konuşmaya başladım. Hep ben konuşuyorum, o sadece dinliyor. Kaldırıma dayadığı çenesini kaldırmadan kaşlarının altından bakarak, parmak kalınlığındaki buruşuk derisini oynatarak dinliyor. Bazen uyur gibi gözlerini kapatıp başını iyice yapıştırıyor kaldırıma.  Sahibinin dönmeyeceğin söylemek istiyorum ama her seferinde vazgeçiyorum.

Benim için hayatta şaşıracak hiç bir şey kalmadı diye düşündüğüm bir gün, iş aramaktan dönerken onu görüyorum; Kızıl saçlı askeri. Yol kenarında sefil bir şekilde oturmuş, bacaklarını yola uzatmış,  ayaklarında yırtık lastik çizmeler, üzerinde ince bir gömlek, saçları yapış yapış. Gözleri kan çanağına dönmüş. Elleri şişmiş morarmış. Yarı baygın vaziyette yolun kenarına, çökmüş kalmış. Kendisine baktığımı fark edince,

-Yardım edin, diyor.

-Beni tanıdın mı?  diyorum. Boş boş bakıyor kırmızı gözleriyle. Yarı ölü haldeki bu adama  içimde en küçük bir acıma duygusu, en ufak bir şefkat uyanmıyor. Öfkeyle ısrarla bağırıyorum.

-Kedi görüp,  uğursuzluktur diye girmediğin apartmanda, kıyametler koparken, sen ne yapıyordun? Neredeydin?  Ben tecavüze uğrarken neredeydin?  Seni gördüm! Seni gördüm pislik! diye onu tekmelemeye başlıyorum.

Pantolonunun dışında kalan gömleğinin etekleri uçuşuyor. Sert rüzgarın ince gömleğinden içine işlediği morarmış vücudundan belli. Yarı donmuş halde yatan adamın üzerine eğilip  parmaklarımı  yakasına geçirip  bütün hıncımla giysilerini  yırttıktan sonra, yanında duran boş votka şişesini alıp dinmeyen bir hınçla kafasına vurmaya başlıyorum. Vuruyorum. Vuruyorum. Defalarca vuruyorum. Başından  kıllı göğsüne akan kanın ekşi kokusu burun deliklerimi yakıyor. Havaya yayılan bu pis koku sanki üzerime yapışıyor. Üşümeye başlıyorum.  Çoktan ölmüş, donup kalmış bu adama bakmaya daha fazla tahammül edemiyorum.

Sığınak! Sığınağa gitmeliyim.

Bitkin sarhoş dayak yemiş bir halde eve dönerken kaldırımda yatmış olan Kaştan’ın yanına uğruyorum.

-Kızıl saçlı askeri gördüm bu gün,  diyorum.   Duyunca anlamış gibi hırlıyor, ya da bana öyle geliyor. Olanları anlatacak enerjim kalmadığından, başka bir şey söylemeden, bacaklarım titreyerek güçlükle merdivenleri çıkıp, kendimi odama atıyorum. Leş gibi kokmama aldırmadan bir şişe votka açıp kafama dikiyorum. Yatağa oturup, mavi yastığıma sarılmış, onu bırakmadan, bütün şişeyi içiyorum.

Kaç saattir yada kaç gündür uyuyorum acaba?  Sağ taraftaki pencere kapalı, sol taraftakinden ışık giriyor. Kötü bir koku var içeride. Bu mavi yastık da kokuyor. Hem rengi dönmüş bunun. Çok kirlendi. Uyuyacağım zaman çok iyi, huzur veriyor ama uyanınca ne kadar da pis, bulaşık bulaşık  geliyor. Hem duman kokusu var bunda. Pencereyi kapatmam lazım, çok ışık var. Çok fazla ışık var.  Odanın köşesinde duran yataktan kalkmak için ayağımı uzatıyorum, buz gibi ıslak bir şeye basar basmaz ayağım kayıyor, yatağın ucuna yuvarlanıyorum. Saçlarıma bulaşan kusmuklara, üstümde hiç bir şey olmadığına aldırmadan sallanarak pencerenin önünde duran, eski lime lime olduğu için üzerine bordo renkli örtü atılmış, odadaki tek koltuğun üzerine çıkıyorum. Bir elimde mavi yastığı tutuyorum. Bu yastıktan kurtulmalıyım! Kurtulmalıyım! diye söylenerek pencereyi açıyorum. Aşağıda İvan’ı görüyorum. Elinde yuvarlak aynasıyla bana bakıyor. Pencereyi açtığımı görünce,  aynayı bana tutuyor. Güneşin ışıkları gözümü alıyor, dengemi kaybediyorum, koltuk ayağımın altından kayıyor.

Huriye Gökağaçlı

14.01.2009

Categories:

Tags:

No responses yet

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir