Şaşıracak Bir Şey Yok

Gözlerimi açtığımda ilk gördüğüm mavi yastığım oldu. Babamın ölmeden üç ay önce verdiği son hediyeydi. Hem bana hem kız kardeşime, eski yeni yılda hediye etmişti. Gregoryen takviminden on üç gün sonra, Julian takvimine göre sadece aile içinde kutladığımız, eski yeni yılda vermişti. O gece bütün Rus yemekleriyle, ekmekler, salatalar, elbette ki votkayla donatılmış masanın etrafında neşe içindeydik. Yemekten sonra babam elinde tuttuğu bu iki yastıkla bizi kucaklamış, sonrada bu yastıklarda uyutmuştu bizi.

Kolumu yastığın altından geçirip yüzümü iyice yerleştiriyorum. Başımı kaldırmadan karşı duvardaki eski, oymaları kırık büfenin üzerinde duran, kararmış çatlak aynada oynaşan ışıklara dalıyorum.

Alt katta oturan Vadim her gün aldığı sosisliyi yiyordur şimdi otobüs durağında. Sonra da otobüsüne binip gider, nereye gider gelir hiç anlamıyorum. Şimdi bu köhne, yangından çıkmış isli, pislik içinde, yağlı siyah renkli apartmanı, saatlerce sanat eserine bakar gibi seyrediyordur. Nerden bulduysa, sırtına geçirdiği temizlik çalışanlarına ait o elbiseyle olduğundan çok daha gariban, çok daha zavallı göründüğünün farkında bile değil. devamını oku…

Beni Mutlaka Tanırsınız

Her ayın on beşi Cemile’nin temizlik günüdür. Her zaman önce temizliğini yapar, sonra yemeğimizi verir. Bunları yaparken de sürekli bizimle konuşur, bize bir şeyler anlatır. Sever bizi Cemile. Bizi birer birer, nazik bir şekilde, daha önce hazırladığı yere götürür. Kısacık ama tehlikeli bir yolculuktur bu. Yay gibi gergin beklenen, bekledikçe uzayan dakikalar… Hepimizin yüreği pır pır eder. Bu gidiş dönüşler sırasında içimden sürekli ‘Kıpırdama, sakin ol, panik yapma!’ diye konuşurum. Heyecanlanmak çırpınmak bir işe yaramaz. Nefesini tutmayı, onu çok iyi kullanmayı bileceksin. Bu hem bizim hem Cemile’nin işini kolaylaştırır. Büyük bir maceradır bu bizim için. Heyecan dolu. Korku dolu. Kasılır gerilirim. Dışarıdan bakınca belli olmaz ama dokunsan ıslak, kaygan çakıl taşı gibi olduğumu anlarsın. İlk seferinde adrenali yükselip bayılanlar da olur. Sonra alışırlar. Diğerlerinin gelmesini beklerken her seferinde tuhaf bir endişe nöbeti geçirirm. Her geleni sayarım.

‘On yedii, on sekiiiz, on dokuuz…,’ tamam.

Eksik yok. Yaralı bereli yok. Başı dönenler, sersemleyenler olsa da, sayı tamamsa keyfimize diyecek olmaz. Her şeye rağmen tek tesellimiz Cemile’dir. Ona çok güveniriz. Onu hepimiz çok seviyoruz. Sırayla götürüp temizlenmiş yerimize bıraktığında dünyalar bizim olur. Tertemiz havayı içimize çektiğimiz anda bayram sevinciyle coşar, kıpır kıpır oynaşırız. Bıcır bıcır sevinç içinde neler hissettiğimizi anlatırız.

Hayatımızın tek eğlencesine dönüşür bu temizlik günleri. Mutlu olduğumuzu hemen anlarsınız.  Muziplikler yaparak teşekkür ederiz. Bir de yemek zamanı sevincimizi belli etmek için sıçrarız, zıplarız. Biz atlayıp zıplarken bazen üzerine su sıçrar Cemilenin. Çok hoşuna gider.

“Sizi yaramazlaaar! Nasıl da biliyorsunuuuuz!” diye söylenir. Bir arkadaşım bu zıplama sırasında hızını alamadı, mesafeyi ayarlayamadı. Havada uçup korkunç bir şekilde yere çakıldı. Hepimiz öldü sandık. Neyse ki Cemile hızlı davranıp hemen yakaladı, kurtardı onu. En yaşlımız,

“Ooo! Hoş geldin Hezarfen Çelebi!” dedi. Söylemesi bize zor geldiği için, şimdi ona kısaca Çebi, diyoruz.  devamını oku…

Takıntı

Öff, ne kadar sıcak. Teras kapısını açtım da biraz cereyan yaptı. İyi ki aldık şu yazlığı. Hem mutfak hem oturma odası, bunaltıyor beni ya, neyse. İstanbul’un gürültüsünden patırtısından, nemli havasından kurtarıyor işte.

Buranın havası nefes darlığıma da iyi geliyor.

Çocukların okul derdi kalmadı. Hasan da emekli olsa, ondan sonra bütün yaz mevsimlerini burada geçiririz artık.

Bahçe de harika oldu bu sene. Eee yedi sene oldu alalı. Fesleğenler kocaman ağaç oldu, ne de güzel çiçeklendiler. Ortancalar desen coştu. Cam güzellerini de beyaz renklilerle siklamen renklileri karışık dikmem iyi oldu.

Otur bakalım siyatik minderine. Gazetelerini oku, kahveni iste. Gazetelerin arasına sokuşturduğun o melun fotoğrafı da seyret…

“Belimde bir ağrı var. Sol kalçamın üzerinde bak şurası. Popomdan yukarı doğru dik bir çizgi çiz. Basenimden de kuyruk sokumuma, yok yok, omuriliğime doğru yatay bir çizgi çiz. Tam onların kesiştiği yer ağrıyor.”

Ne kalçamda sıcak bir dokunuş, ne de ses. Omzumun üzerinden bakıyorum. Gazeteye gömülmüş. Ben anlatıyorum ama o oralı bile olmuyor. Önünde sessiz bir sabırla bekliyorum. Baktığımı görünce “şurada bir şey okuyorum. Bırak da rahatça bitireyim.” diyor.

Elinde şu tuhaf fotoğraf. Aklı onda biliyorum. Karşısına koyup onu seyrediyor sürekli. Anlamsız karanlık iç bunaltıcı bir fotoğraf. Bilmem ne tiyatrosunda çekilmiş çok eski bir şey. Kuşkulanıyorum ondan. Sahnedeki kızı mı tanıyor? Ãşık olduğu, kavuşamadığı, benden yıllarca gizlediği biri mi? Sinirime dokunuyor. Tam bir haftadır bu fotoğrafla yatıyor, bu fotoğrafla kalkıyor.

Televizyonda “Şifalı bitkiler, sebzeler, biyoenerji” programı başladı. Her derde deva otlar. Biyoenerji uzmanına şunun fotoğrafını göndersem, derdini anlar mı acaba?

Belki de beyin damarları tıkalıdır. Biyocuya gidip baktırmalı, bütün tıkalı damarları da, başka şeyleri de,  tıkalı ne varsa açıyor adam valla. Gitmez ki bu. İnatçı. Hem inanmaz öyle şeylere. Dalga geçer durur.  devamını oku…